Ancak, öncelikle bu sözün içeriğinde geçen sözcüklerin anlamlarının bilinmesinde yarar vardır. Ev danası, büyük baş hayvanların yavrusu demektir. Küçükken dana, biraz büyüdüklerinde erkeğine buzağı, dişisine düve denir. Daha büyüdüklerinde ise, erkeği öküz, dişisi inek olur. İnsanlarda olduğu gibi hem cinslerin küçüğünden büyüğüne Anadolu’da en çok kullanılan atasözlerinden birisidir. Hatta tüm yurtta kullanılan bir atasözüdür. Çünkü, çok derin bir anlam taşır. doğru sıralanması şeklindedir. Biraz da bunların görevlerinden söz etmek yararlı olacaktır. Dişi olan büyük baş hayvanlardan inek, özellikle doğurmak ve süt vermek üzere kuruludur. Erkek olan büyük baş hayvanlardan öküz ise, genellikle iş konusunda, çalışma konusunda söz sahibidir. Yani asıl yükü taşıyan bir özelliğe sahiptir. Bu tür beden gücü yüksek öküzler genellikle seçerek alınır. Çünkü, dayanıklı olmayanlar kısa sürede yaşamlarına veda ettirilirler. Yani ya kesilerek et olurlar ya da satılarak başka evlere giderler. Nedendir bilinmez ama evden yetişmiş bir erkek hayvanın öküzlüğü yani o eve verimliliği pek kabul görmez. Bazen düşünüyorum, acaba ev ortamında çok rahat yetiştiğinden mi yoksa çok şımarık yetiştirildiğinden mi böyle bir kanıya varılmıştır diye. Ancak çok da anlamlandıramıyorum. Oysa ki hemen her erkek cins zaten yaradılışı gereği biraz daha güçlü, kuvvetli olur. Özellikle dışarı işlerinde çok çalışkan ve başarılı olurlar. Ama neden evden yetişen fazla değer görmez ki? Neden hep başkasının malı daha kıymetli olur ki? Neden hep başka yerlerden gelen etkiler çok anlamlı ve değerli olurlar ki? … bunlar uzar gider. Şimdi ben birazda insanların yaşamlarını da etkileyen bu atasözüne biraz değinmek istiyorum. Örneğin, bir okul içerisinde çalışan öğretmenlerden herhangi birisi bir şeyler yapmaya kalkışırsa çok değer görmez. Yani bizim öğretmen işte ne yapabilir ki? Yani benden nesi fazla ki? Yani benim bilmediğim neyi biliyor ki? Ya da bir doktoru düşünelim: İşte aynı ortamdayız ya bu doktor aynı okulda okudu, benden fazla ne öğrenmiş olabilir ki? Yani benim bildiğim sağlık tezlerinden farklı ne bilebilir ki? Doktorun doktordan fazla bir şeyi olamaz ki? Ya da bir avukatı düşünelim: Bu avukat aynı Hukuk fakültesinden mezun ya benden fazla hukuk bilgisi olmaz ki? Benim öğrendiğim kanunlardan başka kanun yok ya bu neden fazla bilgili olsun ki? Aynı ortamlarda davalara giriyoruz, mahkemelerde görev yapıyoruz, farklı bir şeyi olması mümkün değil ki? Şimdi bir düşünelim bakalım, neden bu insanlar kendi ortamlarından çıkmış insanların farklılıklarını kabullenmezler? Her insanın, bir başka insandan mutlak bir farklılığı vardır. Aynı okullarda okunmuş olsa bile, aynı ortamlarda çalışılıyor olsa bile, aynı işleri yapıyor olsalar bile mutlaka birinin diğerinden farklı bir yanı ve farklı bir yönü vardır. Var olmasına vardır ama kabullenilmesi zordur sanırım. Kabullenilmek ya da kabul görmemek tamamen karşı tarafın içerisindeki duygu yetersizliğinden ve kıskançlıklarından kaynaklandığını düşünüyorum. Halbuki kişiyi eksik, yetersiz, farklı görmemek ya da kabullenmemek yerine empati yapmanın daha doğru olacağını düşünmenin sağlıklı olacağını düşünüyorum. Oysa ki kim olursa olsun, tek tip beyne, tek tip bedene, tek tip boya, tek tip akla … sahip olunmadığına göre farklılıklarımızı kabullenmek ve onları farklı yerlerde görmeyi de içselleştirmek gereklidir. Hatta ve hatta kendi içinden çıkan başarılı bireylere daha fazla değer verip daha çok ön plana çıkarmayı başarırsak kendimizi de yüceltmiş olmaz mıyız? Farklı bireyleri ve onların farklılıklarını kabullenerek kendimizi de onların kategorisine çıkarmak için çaba harcamamızın zamanı gelmişte geçiyor bile! Ancak, bu anlatımdan çıkan bir sonuç var ki; o da hiçbir atasözü anlamsız değildir. Birçok deneyim sonucunda ortaya konmuş ve günümüzde de sürüp giden bir olgu olarak ortadadır. Bilmem bu durum zamanla değişir mi ama kısa vadede ve insanların içindeki kıskançlık ve çekememezlik duyguları yok edilemediği sürece değişmeyecek gibi gözüküyor. Aslında sloganımız şöyle olmalı; Kıskanma, destekle!