aohbet islami chat omegla türk sohbet cinsel sohbet dini chat ref: refs/heads/v3.0
enflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhphaberyerel haberibbkartal belediyesituzla belediyesidilovası belediyesipendik belediyesimaltepe belediyesiuğurmumcugökhan yükselimamoğluşadi yazıcı
DOLAR
40,5837
EURO
46,5166
ALTIN
4.300,27
BIST
10.618,97
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Az Bulutlu
30°C
İstanbul
30°C
Az Bulutlu
Cuma Çok Bulutlu
30°C
Cumartesi Az Bulutlu
30°C
Pazar Parçalı Bulutlu
31°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
31°C

Nevin Özbar

nevinozbar12@gmail.com

Sıcaktan Değil, İhmallerden Kavruluyoruz Aslında…

30.07.2025 02:48
A+
A-

Son günlerde şehirde duyulan en ortak cümle şu: “Nefes alamıyoruz, hava dayanılmaz sıcak.” Ama mesele yalnızca sıcak değil; havada ağır, görünmeyen bir perde gibi asılı duran o yapış yapış nem, gece uykularını da, gündüz gölgelerini de çalıyor.

Ne serinlik var ne sığınacak bir rüzgâr… Fırın kapağı açılmış gibi değil bu; öyle tanımlarsak eksik kalır. Bu his, sanki çölde gizli kalmış sıcak hava hortumları, İstanbul’un sokaklarına boca edilmiş gibi…

Nefes değil, buhar soluyoruz sanki!

Takvim Temmuz’un sonunu gösteriyor, ama gökyüzü hâlâ Temmuz’un başında takılı kalmış gibi…

Sıcaklık bu yıl usulca değil, bastıra bastıra geldi. Ve görünen o ki gitmeye de hiç niyeti yok. İlkbaharı doğru dürüst hissetmeden bir sabah uyandık ve yılın en kızgın günleri bir anda üzerimize çöktü. Toprak nefes alamıyor, beton susmuyor, şehir kavruluyor…

Kimi çoktan Boğaz’ın serinliğine, kimi Ege’nin tuzlu sularına bıraktı kendini. Kimi ise hâlâ üzeri kapalı klimalı odalarda zamanla yarışıyor. Ama kaçtığımız şey yalnızca sıcak değil. Aslında, doğanın bize sunduğu o serinliği nasıl yitirdiğimizin de acı bir hatırlatması bu.

Meteoroloji yalnızca sayılarla konuşuyor; bizse artık o sayıların ağırlığını bedenimizde taşıyoruz. Sıcak, yalnızca fiziksel bir yük değil artık; yılların ihmaliyle büyümüş kolektif bir sorumluluk gibi üzerimize çöküyor. Yine de hâlâ “mevsim normalleri”ne sığınıyoruz, oysa artık hiçbir şey “normal” değil.

2025 yılındayız. Kendimize sormalıyız:
İstanbul yanıyor… Güneş mi suçlu, yoksa biz mi?

İstanbul’un serinliğini biz çaldık: Ağaçları yok ettik, toprağın üstünü betonla örttük, iklimi bozan alışkanlıklarımızla şehri cehenneme çevirdik. Küresel ısınma, kentleşme ve doğa tahribatı bir araya gelince, Marmara artık tropik kuşak gibi… Yaz gelmiyor artık; adeta cehennem uğruyor.

Üstelik bu durum yalnızca soyut bir his değil; veriler de bunu söylüyor. Temmuz ayında İstanbul’da sıcaklık 40 °C’yi gördü. Ama dikkat edin: Kışın yaşadığımız kar fırtınası, dolu ya da sel “doğal afet” sayılıyor. Peki bu bunaltıcı, nefes aldırmayan sıcaklar ne? Neden onlar hâlâ “mevsim cilvesi” diye geçiştiriliyor?

Gerçekte aşırı sıcaklık da bir doğal afettir. Ama hâlâ yeterince ciddiye alınmıyor.
Oysa bu sıcaklar, sağlığı tehdit eden, yaşamı zorlaştıran bir krizdir. Özellikle yaşlılar, çocuklar, kronik hastalar için ciddi bir risk. Bu yüzden mecbur kalmadıkça dışarı çıkmamak artık sadece kişisel değil, toplumsal bir bilinç sorunudur.

Uzmanlar peş peşe uyarıyor: “Günün en sıcak saatlerinde dışarı çıkmayın.”
Bu uyarılar bir zamanlar yalnızca Ege’ ye, Akdeniz’e özgüydü. Bugünse Marmara yanıyor, Karadeniz bile bunaltıyor. Türkiye’nin dört bir yanından aynı şikâyet yükseliyor: “Bu sıcak, bildiğimiz sıcak değil!”

Evet, bu sıcak bir mesaj.
Ama sıradan bir hava durumu değişikliği değil; sosyal ve ekolojik yapımızın kırılganlığına dair derin bir uyarı.

Çünkü bu sıcaklığı biz çağırdık. Hızla artan betonlaşma, plansız kentleşme, yok edilen yeşil alanlar… Doğal serinletici mekanizmaları susturduk. Toprağı betona boğduk, gölgeyi kestik. Ve şimdi doğa konuşmaya başladı. Sıcağıyla, yangınıyla, kuraklığıyla…

Sadece İstanbul değil, tüm büyük şehirler artık aynı acı gerçekle yüzleşiyor. Çünkü bu ihmal yalnızca sıcaklığı artırmıyor. Hava kalitesi düşüyor, su kaynakları kirleniyor, canlı türleri azalıyor ve toplumsal eşitsizlik daha da derinleşiyor.

Demek ki bu sıcak, yalnızca termometredeki bir rakam değil.
Bu sıcak, şehirleri yönetenlerin, doğayı hiçe sayanların, betonlaşmayı “gelişme” sananların yaktığı bir ateştir.
Ve bu yangın yalnızca ağaçları değil, gelecek nesillerin nefes alacağı umudu da kül ediyor.

Peki bu karanlık tabloyu değiştirmek mümkün mü?
Evet, mümkün. Ama ciddi bir zihinsel ve yapısal dönüşüm şart.

Öncelikle, şehirlerimizi yeniden doğayla barıştırmalıyız. Yeşil alanlar, yalnızca estetik değil; sağlık, huzur ve yaşam için bir zorunluluk. İstanbul gibi mega kentlerde kalan her boşluk ağaçlandırılmalı, parklar artırılmalı, yok edilen doğal sistemler yeniden inşa edilmelidir.

Yüksek katlı, beton yığınları yerine; yatay, doğayla iç içe, nefes alabilen yapılar inşa edilmelidir. Doğal ışığı, hava akışını, yeşil dokuyu koruyan sürdürülebilir mimari anlayışı yerleştirilmelidir. Bu yalnızca bir yapı değişimi değil; bir yaşam felsefesinin yeniden inşasıdır.

Kentleşme politikaları kapsamında dikkat çekici bir veri, yapılaşma biçimiyle doğrudan ilişkilidir. Uzmanlara göre, İstanbul’daki mevcut bina stoku yalnızca tek katlı yapılar şeklinde inşa edilmiş olsaydı, bu yapıların tamamı, Türkiye’nin yüzölçümü açısından en büyük ili olan Konya’nın sınırları içerisine rahatlıkla sığabilecek büyüklükte olurdu.

Konya, Anadolu Yarımadası’nın ortasında, İç Anadolu Bölgesi’nin güneyinde yer almakta olup, büyük ölçüde yüksek düzlüklerle kaplı geniş bir coğrafyaya sahiptir. Güney ve güneybatı kesimleri Akdeniz Bölgesi’ne dâhil olan bu il, yaklaşık 41.000 km² yüzölçümüyle Türkiye’nin en geniş ilidir.

Bu çarpıcı karşılaştırma, İstanbul gibi sınırlı yüzölçümüne sahip bir mega kentte neden hâlâ dikey yapılaşmada ısrar edildiğini sorgulatmakta ve plansız büyümenin doğa üzerindeki baskısını gözler önüne sermektedir. Bu nedenle yüksek katlı yapı modelleri yerine, yatay mimari ve yeşil alanla entegre yerleşim yaklaşımları daha sürdürülebilir ve yaşanabilir bir kentsel gelecek için tercih edilmelidir.

Bu yüzden dikey yapılaşma yerine, doğayla bütünleşik yatay mimari modelleri tercih edilmeli; sürdürülebilir ve yaşanabilir kentler bu anlayışla şekillendirilmelidir.

Ayrıca iklim değişikliğine karşı alınacak önlemler yalnızca fiziksel değil, yönetsel ve toplumsaldır da:
Su yönetimi, enerji verimliliği, toplu taşıma sistemlerinin geliştirilmesi, karbon ayak izinin azaltılması…
Ama en önemlisi, toplumun bu sürece bilinçli biçimde katılmasıdır. Yerel yönetimler şeffaf, bilimsel ve halkla iş birliği içinde hareket etmelidir.

Çünkü bu sıcak bir mesajdır.
Ve bu mesaj yalnızca İstanbul’a değil; İzmir’e, Bursa’ya, Adana’ya, Ankara’ya; Anadolu’nun yaylalarına, Karadeniz’in serin ormanlarına kadar her yere yöneliktir.

Bu doğanın bize gönderdiği son uyarılardan biridir.
Toprak, hava, su; artık sabrının sınırında ve adeta haykırıyor:
“Beni bu kadar hoyratça yok sayarsan, ben de kendimi sana acıtarak hatırlatırım!”

Ve biz hâlâ kulaklarımızı tıkarsak; bu uyarılar yalnızca sıcaklıkla değil, kuraklıkla, sel felaketleriyle, orman yangınlarıyla, susuzlukla gelmeye devam edecek.

İşte tam da bu nedenle; İstanbul’dan Hakkari’ye, Edirne’den Hatay’a kadar her birey, her kurum, her yönetici bu mücadelede sorumluluk üstlenmek zorundadır.

İhmal değil; bilinçli, kolektif ve sürdürülebilir bir dönüşümle şehirlerimizi yeniden nefes alır hâle getirmek mümkündür.

Ve unutmayalım:
Bu yalnızca bir yaz mevsiminin hikâyesi değil…
İnsanın doğayla kurduğu dengesiz ilişkinin ağır faturasıdır.
Tabiat Ana, neyi unuttuysak onu hatırlatır; neyi eksilttiysek, oradan sınar bizi.

Yazarın Diğer Yazıları