1974 yılının Temmuz’unda, Doğu Akdeniz’in ortasında yükselen küçük bir ada, dünya siyasetinin merkezine oturdu. Kıbrıs’tı burası… Yalnızca haritada değil, tarihin belleğinde de derin izler bırakan bir toprak parçası. Bugün 51 yıl geriye dönerken, bir milletin kaderini tayin eden o kırılma anını yeniden düşünmek, geçmişin hakikatleriyle bugünün sessizlikleri arasında bir köprü kurmak zorundayız.
1950’li yıllardan itibaren hem Türkiye’nin dış politikasında hem de iç siyasi atmosferinde önemli bir yer edinen Kıbrıs meselesi, zamanla yalnızca iki toplum arasındaki bir anlaşmazlık olmaktan çıkıp uluslararası bir krize dönüştü. 1960’ta kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, Rum ve Türk toplumlarının eşit ortaklığına dayanıyordu. Ancak bu ortaklık, kısa sürede Rum tarafının tek taraflı baskılarıyla zedelendi. 1963’te başlayan ve tarihe “Kanlı Noel” olarak geçen saldırılarla Türkler, fiilen yönetimden dışlandı. Bu sadece bir anayasal düzenin çöküşü değil, aynı zamanda bir halkın varoluş mücadelesinin başlangıcıydı.
1964 ve 1967’de patlak veren krizlerde Türkiye diplomasi yolunu seçti. Fakat Kıbrıs Türklerinin yaşadığı kuşatma, izolasyon ve saldırılar bir devletin sabrını zorlayan boyutlara ulaşmıştı. Kıbrıslı Türkler, köylerinden çıkarılıyor, ekonomik ambargolarla boğuluyor, can güvenliğinden yoksun bırakılıyordu. Türkiye ise bu süreçte garantör devlet sıfatına dayanarak uluslararası platformlarda girişimlerde bulunuyordu ama sonuç alınamıyordu.
Ve nihayet… 15 Temmuz 1974’te, Yunan cuntası destekli darbe ile Makarios devrilince, Türkiye için zaman artık akmıyor, çağrılıyordu. Bu darbe sadece Kıbrıslı Rumlar arasındaki iktidar kavgası değil, adanın Yunanistan’a bağlanması anlamına gelen “Enosis” hayalinin fiiliyata dökülmesiydi. Türkiye, bu oldu-bittiyi kabullenemezdi. Zira sadece kendi güvenliği değil, Kıbrıs Türk halkının canı, kültürü, toprağı tehdit altındaydı.
Başbakan Bülent Ecevit’in “Biz oraya savaş için değil, barış için gidiyoruz” sözü, o günlerde sadece siyasi bir mesaj değil, tarihsel bir vicdanın beyanıydı. Türkiye, 20 Temmuz 1974’te uluslararası antlaşmalardan doğan hakkını kullanarak müdahale etti. Ve o müdahale, bir halkın kıyımını durdurdu. Kıbrıs’ın kuzeyinde Türklerin güvenliği sağlandı, Enosis ihtimali tarihin çöplüğüne itildi.
Elbette her müdahalenin bir bedeli olur. 1974 sonrası Türkiye ambargolarla karşı karşıya kaldı. Uluslararası arenada yalnız bırakıldı. Kıbrıs Türkleri, güvenlik kazansalar da uzun yıllar sürecek siyasal ve ekonomik izolasyonlara maruz kaldılar. Ancak bütün bunlar, o gün atılan adımın meşruluğunu ve tarihsel haklılığını ortadan kaldırmaz. Çünkü 1974’te yapılan, bir soykırımın eşiğindeki bir halka nefes olmaktı. Müdahale edilmeseydi Kıbrıs Türk halkının geleceği karanlıktı.
Bugün 51 yıl sonra, hâlâ çözümsüz kalan Kıbrıs meselesinin temelinde, bu tarihsel gerçekliğin inkârı yatıyor. Uluslararası kamuoyu, adada yalnızca Rumları temsil eden bir yapı üzerinden çözüm ararken, Kıbrıslı Türklerin haklı varlığını görmezden gelmeyi sürdürüyor. Oysa barış, yalnızca silahların susmasıyla değil, eşitliğin tanınmasıyla mümkündür.
Kıbrıs Harekâtı, yalnızca askeri bir müdahale değil; aynı zamanda uluslararası hukuk çerçevesinde atılmış tarihsel bir adımdır. Türkiye Cumhuriyeti bu adımı, baskılara rağmen, kararlı bir siyasi liderlik ve toplumsal iradeyle atmıştır. Ecevit’in liderliği kadar, halkın “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır” diye haykıran sesi bu süreci belirlemiştir.
Bugün bize düşen, bu tarihten sadece gurur değil, ders de çıkarmaktır. Barışın kalıcı olması için diplomasi kadar hakikatin de konuşması gerekir. Ve hakikat şudur: Kıbrıs’ta barış, Kıbrıs Türk halkının eşitliğini kabul etmekle mümkündür.
51 yıl önce Kıbrıs’ta toprağa düşen her askerimizi rahmetle anıyor, Kıbrıslı Türk büyüklerimizin direnişini saygıyla selamlıyoruz. Çünkü bir milletin vicdanı, yalnızca savaşta değil, barışta da sınanır.