aohbet islami chat omegla türk sohbet cinsel sohbet dini chat ref: refs/heads/v3.0
enflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhphaberyerel haberibbkartal belediyesituzla belediyesidilovası belediyesipendik belediyesimaltepe belediyesiuğurmumcugökhan yükselimamoğluşadi yazıcı
DOLAR
40,2264
EURO
46,9990
ALTIN
4.330,53
BIST
10.225,48
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Açık
32°C
İstanbul
32°C
Açık
Salı Açık
32°C
Çarşamba Açık
33°C
Perşembe Açık
34°C
Cuma Parçalı Bulutlu
32°C

Nevin Özbar

nevinozbar12@gmail.com

Küller İçinde Türkiye!

05.07.2025 04:45
A+
A-

Değerli Okurlarım,

Dünkü yazımda yangınlarla ilgili konunun ana hatlarına kısaca değinmiştim. Bugün ise bu felaketlerin ardındaki daha derin toplumsal, kültürel ve ahlaki boyutları birlikte irdelemek istiyorum. Çünkü Temmuz sıcağında yaşadığımız orman yangınları sadece yaşadığımız çevreyi değil, aynı zamanda insan bilincini, toplumun değerlerini ve geleceğe dair sorumluluklarımızı da yakıcı bir biçimde sorgulatıyor.

İzmir’den Hatay’a, Edirne’den Sakarya’ya, Bilecik, Manisa, Balıkesir… Yurdun dört bir yanından gelen yangın haberleri, bir felaket zincirine dönüşerek doğal yaşamı ve insan hayatını aynı anda kuşatıyor. Herkes sosyal medyada “yangın” etiketiyle paylaşımlar yapıyor. Elbette üzülüyorlar, vatandaş olarak sorumluluk hissediyorlar. Ancak bu görüntülerin ötesinde, daha derin bir sorgulama yapılması şart.

Türkiye’nin dört bir yanından gelen orman yangını haberleri, ne yazık ki sadece doğal yaşamın değil, aynı zamanda insan hayatının da büyük bir tehlike altında olduğunu gösteriyor. Yangınlar, birbiriyle bağlantılı bir felaket zinciri haline gelerek bizi hem çevresel hem de toplumsal bir sorgulamaya davet ediyor.

Yangınların kronikleşmiş olması, bir yandan yapısal ihmaller ve politik tercihlerle açıklanabilirken; diğer yandan toplumsal normların, değerlerin ve bireysel davranış biçimlerinin çevre algısında derin kırılmalar yarattığını ortaya koyar. Bu süreçte, ormanlar ve yaban hayatı yalnızca “kaynak” ya da “mülk” gibi görülmekte; içinde barınan canlıların ve insan dışı varlıkların hakları göz ardı edilmektedir.

Yaşam alanlarını yalnızca “insanın konforunu sağlayan bir araç” olarak gören anlayış, bu felaketlerin tekrarına zemin hazırlayan temel etmenlerden biridir. Oysa yeryüzü, insanın varoluşunun ön koşuludur. İnsanla doğa arasında ayrılmaz bir ekolojik ve kültürel bağ vardır.

Bu nedenle yangınlar sadece fiziksel bir yıkım değil; insanlık olarak ortak yaşam alanımızla ilişkilerimizi yeniden tanımlamamız için bir uyarıdır. Çünkü yaşadığımız çevre, kolektif sorumluluğun ve etik bilincin şekillendiği somut bir alandır. Orman yangınları, birlikte paylaştığımız “ortak ev”e verdiğimiz zararın sarsıcı bir simgesidir.

Bu ekolojik yıkım, yalnızca biyoçeşitlilik kaybı değil; aynı zamanda toplumsal bağların, kültürel hafızanın ve gelecek kuşaklara bırakılması gereken sorumluluğun da erozyonudur. Her yanan ağaç, sadece doğal döngüdeki bir canlının değil, insanın çevresiyle kurduğu bağın kopuşudur.

Her yaz yeniden alev alan Türkiye toprakları, yalnızca ormanların değil, aynı zamanda toplumun bilinç eşiğinin de küle döndüğünü gösteriyor. Ağaçların yandığı, hayvanların can verdiği, gökyüzünün karardığı bu manzarada gözden kaçırılan asıl gerçek; yananın doğa değil, insanın vicdanı olduğudur. Çünkü bizler, çevremizi yalnızca tüketilecek bir kaynak, nefes alınacak bir arka fon olarak gördükçe; yanmaya devam edecek olan şey orman değil, insanın içindeki insandır.

Yangınlar, afet olmaktan çok, toplumsal bilinçsizlikle birleştiğinde ahlaki bir arınma krizine dönüşür. Alevlerin düştüğü yer yalnızca kırsal bir arazi değil; bireyin sorumluluktan kaçtığı, kamuoyunun sustuğu, medyanın magazinleştirdiği bir boşluktur. Çevreye karşı gösterilen ilgisizlik, aslında insanın kendi varoluşuna yabancılaşmasının bir göstergesidir.

Bugün “Neden bu kadar çok yangın çıkıyor?” sorusu kadar, “Neden bu kadar duyarsız yaşıyoruz?” sorusu da sorulmalıdır. Çünkü Türkiye, Temmuz ayının kavurucu sıcaklığı altında sadece ormanlarını değil; aynı zamanda ortak yaşama, çevreye ve geleceğe dair kolektif vicdanını da kaybetme riskiyle karşı karşıyadır.

Yangınlar, sıradan bir çevre olayı değil; toplumsal yapımızın, kültürel alışkanlıklarımızın ve bireysel sorumluluk anlayışımızın kırılganlığını gözler önüne seren bir “toplum aynası”na dönüşmüş durumda.

Resmî kaynaklara göre, 2025 yazının ilk haftasında ülke genelinde yüzlerce farklı noktada orman yangını çıkmış durumda. Ve yangınların yaklaşık %80’inin insan kaynaklı olduğu bilimsel verilerle sabit. Bu oran, bireyin gündelik yaşam alışkanlıklarının çevreye nasıl doğrudan zarar verdiğini gösteriyor. Basit bir sigara izmariti bile geri dönülemez sonuçlar doğurabiliyor. Ama asıl soru şu: Yangına neden olan şey sadece bir kibrit çöpü müdür, yoksa toplumca paylaşılan bilinçsizlik mi?

Çevre sosyolojisinin önemli isimlerinden Ulrich Beck’in “risk toplumu” kavramı, bugün yaşadığımız tabloyu anlamak için önemli bir çerçevedir. Beck’e göre modern toplumlar, kendi elleriyle yarattıkları riskleri artık yönetemez durumdadır. Türkiye özelinde bu durum daha da trajiktir: Riskin kaynağı sadece sanayi veya şehirleşme değil; bireyin çevreyle kurduğu ilişki biçimidir.

Ormana çöp atan, piknikte yaktığı ateşi söndürmeden ayrılan, sigarasını camdan fırlatan, içtiği şişeleri ormana bırakan ya da kırarak terk eden, anız yakan bireylerin her biri, bu yangınların potansiyel sorumlusudur. Ancak bu durum teknikten ziyade ahlaki bir sorundur. Çevreye karşı gösterilen ilgisizlik, aslında gelecek kuşaklara karşı da bir kayıtsızlıktır.

Tüm bunlar olurken yangın haberlerinin sosyal medyada kısa sürede “siyasi polemik” malzemesi hâline gelmesi de bir başka acı gerçektir. Kimileri yangınları iktidara yükler, kimileri muhalefeti suçlar. Oysa mesele partilerüstü bir bilinç gerektirir: Toplum olarak yaşadığımız çevreyle bağımız kopmuştur. Ormanı “kamusal alan” değil de “piknik alanı” gören anlayıştan sürdürülebilir bir gelecek çıkmaz.

Öte yandan, çevre felaketlerinin bazı siyasi aktörlerce güç gösterisine dönüştürülmesi, meseleyi teknik ve bilimsel zeminden koparmaktadır. Yangın söndürme uçaklarının sayısı kadar, bireylerin çevreye yaklaşımı da tartışılmalıdır.

Türkiye’de çevre felaketlerinin bu denli yıkıcı sonuçlar doğurmasının ardında, yalnızca doğal koşullar ya da idari ihmal değil; aynı zamanda toplumsal belleğin zayıflığı da vardır. Geçmişte yaşadığımız büyük yangınlar, seller ve depremler ne kadar ders olmuştur? Sosyolog Pierre Nora’nın “hafıza mekânları” kavramı burada önemlidir: Biz bu felaketleri ne kadar toplumsal hafızamıza kazıyabiliyoruz?

Yangın, yalnızca fiziksel bir tahribat değil; aynı zamanda kültürel bir kopuştur. Yok olan her orman, yok olan bir gelenektir. Susan her kuş, yanan her ağaç, aslında medeniyetin bir parçasıdır. Ama biz bu kaybı sadece birkaç gün konuşup sonra unutuyoruz.

Bu noktada çözümü yalnızca kurumsal ve teknik önlemlere indirgemek eksik kalacaktır. Elbette erken müdahale sistemleri, yangın söndürme teknolojileri ve organizasyon kabiliyeti hayati önem taşır. Ancak asıl mücadele, yangın çıkmadan önce insan zihninde başlamalıdır.

Eğitimden medyaya, aile içi terbiyeden kamu spotlarına kadar uzanan bir bilinç inşasına ihtiyaç vardır. Çocuklara çevreyi “dokunulmaması gereken kutsal” değil, “sorumluluk alınması gereken ortak alan” olarak öğretmek zorundayız.

Onlara yalnızca ağaç dikmeyi değil, bir ağacın kaç yılda büyüdüğünü, verdiğimiz zararın nelere yol açabileceğini, ormanın değerini ve içinde yaşayan tüm canlıların döngüsünü de anlatmalıyız.

Türkiye’de yaşanan orman yangınları, yalnızca ekolojik değil; aynı zamanda kültürel, sosyolojik ve ahlaki bir sorundur. Çevreye karşı gösterilen kayıtsızlık, toplumun kendi geleceğine karşı da kayıtsızlığını yansıtır. Bu umursamazlığı sorgulamak; yangının gerçek nedenlerini teşhis etmekle ve yalnızca fiziksel değil, vicdani bir yeniden inşa ile mümkün olabilir.

Söndürülmesi gereken yalnızca alevler değil; aynı zamanda cehalet, kayıtsızlık ve bireysel sorumluluktan kaçış kültürüdür.

Şimdi herkesin duyması gereken tek cümle bu olmalı:
Yangınlardan etkilenen tüm yurttaşlarımıza, ormanı terk etmek zorunda kalan canlılara, kül olan her yaprakta, her dalda, her nefeste yeşilin hatırasını taşıyan herkese geçmiş olsun… Bu sadece bir doğa felaketi değil, hepimizin ortak evine düşen ateştir. Artık sadece söndürmek değil, korumak da şart.

Yazarın Diğer Yazıları