Haysiyet, şeref ve namus… Bu üç kelime, toplumların vicdanı gibi görünür ama ne yazık ki çoğu zaman yalnızca kadınlara yüklenmiş ahlaki birer kefalet senedi gibi kullanılır. Sözde kutsal sayılan bu kavramlar, kadın üzerinden tanımlanır, kadın üzerinden sorgulanır, kadın üzerinden yargılanır. Oysa bu değerler, ne kadının boynuna asılması gereken bir utanç zinciridir ne de yalnızca kadının taşıyabileceği bir erdem yüküdür.
Kendini bilen bir erkek, haysiyetin yalnızca kadınlara hatırlatılan bir değer değil, insan olmanın temel ölçütlerinden biri olduğunu bilir. Şeref ve namus, sadece kadın bedenine yüklenen anlamlarla var olamaz; esas olan, davranışta, dilde ve duruşta ortaya konan tutarlılıktır. Gerçek sorumluluk, öfke anında dahi ağzını bozmamak, dili kirletmemek, muhatabına cinsiyeti üzerinden değil, kişiliği üzerinden hitap etmektir.
Ancak ne yazık ki toplumda, öfke ve hüsran anlarında hedef en çok kadındır. Sanki önceden ezberlenmiş gibi, her kırılma anı kadını aşağılayan cümlelerle dışavurulur. Bu dili herkes kullanmaz elbette. Her erkek aynı kalıba sığmaz. Bazıları, sözüyle olduğu kadar susuşuyla da sorumluluk alır. Kadına değil, kendine yönelttiği aynada ölçer erdemini.
İşte bu nedenle mesele, sadece kadınları korumak değil, insanlık onurunu koruyacak bir dil ve bilinç inşa etmektir. Çünkü haysiyet, yalnızca karşıya ne söylediğimizde değil; söylemeyi reddettiğimiz her incitici sözcükte gizlidir.
Gariptir ki, toplumda kadının namusu sürekli sorgulanırken, erkeğinki çoğu zaman suskunlukla geçiştirilir. Bu durum, ahlaki dengenin çoktan bozulduğunu ve hakikatin erdemin yerini göstermelik kalıplara bıraktığını gösterir.
Öyle ki, erkeğin davranışları hakkında söylenen sözler dahi cinsiyetçi kalıplarla doludur; “Elinin kiri”, “Kadın gibi ağlama”, “O kadın mı, tam bir o…..” gibi ifadelerle erkeğin maskülenliği küçümsenir, ama aslında bu sözler ona değil, kadınlara yönelik aşağılamaların bir yansımasıdır. Daha da vahimi, bu tür yargılarla ilgili sayısız atasözü ve deyim, kültürümüzde yer etmiş ve bu toplumsal algının derinleşmesine hizmet etmiştir. Ancak burada terbiyem izin vermediği için çoğunu yazmak doğru olmaz.
Diğer yandan, bazı atasözleri ve deyimler kadınları yüceltirken, ne yazık ki birçokları da onları küçük düşürmek, aşağılamak için kullanılır; sanki her kadın aynı potada eritilerek tek bir kalıba sokulmaktadır. Böylece, kadınların bireysellikleri, farklılıkları ve değerleri yok sayılır, yerine tek tip, olumsuz bir toplumsal imaj yerleştirilir.
İşte tam da bu yüzden, bu meseleye sadece bireysel değil, toplumsal bir bakışla yaklaşmak gerekir; dilin, kültürün ve toplumsal yapının nasıl şekillendiğini, kadın ve erkek rollerine nasıl anlam yüklendiğini, hatta bu anlamların nasıl tekrarlanıp yeniden üretildiğini detaylarıyla incelemek gerekir. Kadınların üzerindeki bu baskı ve sınırlamalar, sadece kişisel değil, kolektif bir tarih ve bilinçaltının ürünüdür.
Gariptir ama toplumda kadının yalnızca namusu ölçülür, erkeğin ise suskunlukla geçiştirilirse; orada ahlaki denge çoktan bozulmuş, hakikat erdemin yerini göstermelik kalıplara bırakmıştır. Halbuki haysiyet, namus insan olmanın içten ve evrensel bir sorumluluğudur; cinsiyetle sınırlanamaz. Ne yazık ki bu kavramlar, çoğu zaman sadece kadının geçmişiyle, bedeniyle ve tercihiyle anılır hâle gelmiştir.
Kadın; bir hata bulunduğunda ilk suçlanan, bir öfke doğduğunda ilk hedef alınan, bir güç gösterisi yapılacaksa ilk aşağılanan varlık hâline getirilmiştir. Üstelik her seferinde onu doğuran, büyüten, eğiten kadınlar unutularak… Erkek öfkelendiğinde dili hemen kadına döner, kelimeleri kadınlık üzerinden keskinleşir, hakaretin yönü cinsiyetle biçim kazanır. Ve toplum bunu sıradanlaştırır, hatta meşrulaştırır. En ağır hakaretler kadına edilir, en aşağılayıcı benzetmeler kadın üzerinden kurulur. Sadece kadına değil; kadın olan her şeye.
Ve işte tam bu noktada, dile yerleşmiş çarpık örüntüler kendini iyice hissettirir.
Sokakta kulağımıza çalınıyor, sosyal medyada gözümüze sokuluyor, günlük dilin hoyrat sokaklarında yankılanıyor: “O…” diye başlayan cümleler. Kimi zaman bir kadının geçmişine gönderme yaparak, kimi zaman onun bugünkü duruşuna atıfla… Bir yandan kadının başarılarını küçümseyerek karalayanlar, öte yandan herkesin hikâyesini tek bir kelimenin içine sıkıştıranlar… Aynı sözcüğü hem yüceltme bahanesiyle hem de aşağılamak niyetiyle kullanan bu çelişkili dil, aslında kadının toplumsal konumuna duyulan saygısızlığın en çarpıcı göstergesidir.
Buradaki “O” harfi, yalnızca bir harf değildir; kadınlık onuruna yöneltilmiş en kalın, en sinsi imadır.
Ve bilinmelidir ki, kadına söylenen bu üç harfle başlayan her söz, aslında söylenenden çok, söyleyenin aynasıdır.
Birinin veya birilerinin onurunu hedef almak, yalnızca onunla değil, tüm kadınlarla hesaplaşma arzusudur. Özellikle de kadına atfedilen cinsiyet rolleri üzerinden “ahlak bekçiliği” yapanlar, haysiyeti yalnızca kadınların üzerinde ararlar. Oysa haysiyet; sadakattir, öz saygıdır, verdiğin sözde durmaktır. Namus ise bir davranış biçimidir; yalan söylememektir, başkasının hakkına göz dikmemektir, yüzüne başka, arkasından başka konuşmamaktır. Ne yalnızca kadına mahsustur ne de yalnızca bedenle ölçülür.
Bir insanın onuru geçmişiyle değil, bugünkü duruşuyla anlaşılır. Ne giydiği, ne yaşadığı, ne seçtiği değil; neye sessiz kaldığı, neye karşı koyduğu belirler haysiyetini. Ve haysiyet, sadece yazılı kurallar değil; insanın iç sesiyle, vicdan terazisiyle yaşattığı bir ahlaktır. Ama bu kavramlar ne zaman ki sadece kadına yüklenir, erkeğe ise bu değerler karşısında bir dokunulmazlık zırhı biçilir; işte o zaman gerçek eşitsizlik, sadece davranışlarda değil, düşünce sisteminde kök salar.
Her sözü kadını ezmek için kullanan, her cümlede kadına hakaret eden, değeri bir silah gibi diline dolayan herkes şunu bilmelidir ki: Kadına edilen her ağır söz, aslında toplumun kendi değerlerini inkâr etmesidir. Çünkü kadını aşağılamak, kendi kız çocuğunu, eşini, annesini, kız kardeşini ve insanlığı aşağılamaktır.
Bu ülkede kadına karşı edilen en ağır sözler, çoğu zaman alkış alır. Oysa erkek ağladığında da, pişman olduğunda da, hata yaptığında da haysiyetini kadının onurunu örseleyerek kurtaramaz. Çünkü bu değerler yalnızca sözcük değildir; davranışta var olur. Ve bu davranış, kadını korumak değil, insana saygı duymaktır. Sırf kadın olduğu için birini yüceltmek ya da aşağılamak değil; kişinin kim olduğuna bakmaktır.
Toplum, ancak kadının onurunu değil, insanın onurunu savunduğunda ahlaktan söz edebilir. Haysiyet, yalnızca kadınlara hatırlatıldığında değil; herkes tarafından yaşandığında anlam kazanır.
Öyleyse artık bu ikiyüzlü ölçü sistemini terk etmenin vakti gelmiştir. Şeref, haysiyet ve namus, hiçbir cinsiyete ait değildir. Bu kavramlar; yaşam biçimi, değer duruşu, söz ve özün birliğidir. Güzel sözlerle değil, dürüst eylemlerle anlam bulur.
Bu yüzden bu kavramları yalnızca kadınlara yüklemek değil; her bireyin bu değerleri kendisinde araması, savunması ve yaşatması gerekir. Ve haysiyet, sadece sahip çıkılması gereken bir kavram değil; sorumluluğudur insan olmanın.
Özetle; eğer bir toplumda hâlâ “namus”tan söz ediliyorsa, bu yalnızca kadınlara yüklenen bir sorumluluk değil; herkesin aynaya bakması gereken ortak bir meseledir. Gerçek şeref, birlikte oturulan sofralarda, sohbet edilen dost meclislerinde, zaman paylaşılan ortamlarda kadına yan gözle bakmamakta gizlidir. Namus, yalnızca kelimelerde değil; bakışta, duruşta, sınırda ve saygıda belli olur. Haysiyet, kadını hedef alan, onu aşağılayan, küçülten ve değersizleştiren dili terk edebilmekte yatar. Çünkü asıl şerefli olan, bir kadına dokunmadan da saygı duyabilen, yan yana otururken gözünden niyet taşırmayan insandır. Haysiyet, başkasına ne söylediğinizde değil, kendi kendinize neyi söylemekten vazgeçtiğinizde başlar.
Hiçbir kadın, başka bir kadının yansıması değildir; onu kıyasla değil, kendi duruşuyla görün. Kadınları birbirine benzeterek değil, insanlık onuruyla değerlendirerek anlayabiliriz. Çünkü hiçbir kadın, sadece iş hayatında, sosyal alanlarda, modern olduğu için ölçülmez; her biri kendi hikâyesinin, kendi onurunun, namusunun sahibidir.