aohbet islami chat omegla türk sohbet cinsel sohbet dini chat ref: refs/heads/v3.0
enflasyonemeklilikötvdövizakpchpmhphaberyerel haberibbkartal belediyesituzla belediyesidilovası belediyesipendik belediyesimaltepe belediyesiuğurmumcugökhan yükselimamoğluşadi yazıcı
DOLAR
40,4554
EURO
47,7572
ALTIN
4.406,56
BIST
10.591,98
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Açık
38°C
İstanbul
38°C
Açık
Perşembe Açık
34°C
Cuma Açık
34°C
Cumartesi Açık
34°C
Pazar Açık
33°C

Nevin Özbar

nevinozbar12@gmail.com

Bir Zafer Kutlanır da Atatürk’ün Adı Anılmaz mı?

23.07.2025 15:44
A+
A-

Türkiye Cumhuriyeti’nde, Türk toprağı sayılan her yerde ve her dönemde verilen mücadele; bu milletin bağımsızlığına, onuruna ve geleceğine sahip çıkma iradesinin en somut, en yalın ifadesidir.

Bu irade yalnızca savaş meydanlarında değil; hatırlanarak, anılarak ve sahip çıkılarak da yaşatılır. Ne yazık ki bugün bazı zaferler, kutlanırken kimi değerler ve önemli isimler zamanın sessizliğine terk edilmiş durumda.

Oysa tarih, sadece belli dönemlerin parlayan yıldızlarından ibaret değildir. Her biri adı bilinmeyen nice kahraman; alın teriyle, canıyla, yüreğiyle bu toprağın yazgısını değiştirmiştir. Ve biz bugün nefes alabiliyorsak, onların sessizce yazdığı destanlar sayesindedir.

İşte şimdi anlatmaya başlıyorum…

Uzun zamandır içimde taşıdığım bir sorumluluk bu. Hem gözlemlediğim hem bizzat şahit olduğum bir hakikatin yüküyle yazıyorum.

Adını koymak gerekirse; bu, Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde başlatılan o büyük direnişin, yani bir halkın küllerinden doğuşunun hikâyesidir. Bu hikâyede yer alanlar sadece Atatürk ve silah arkadaşları değil; senin, benim, onun, bizim dedelerimiz, ninelerimiz… Yani biziz.

Bu büyük destanı anlatmak öyle kolay değil. Her satırı bir acı, her satırı bir umut, her satırı tarifsiz bir cesaretle örülü. Ama anlatmak zorundayız. Eksiksiz, korkusuz ve yürekten…

Çünkü bu yalnızca bir geçmiş değil; bir milletin yeniden varoluşunun adıdır.

Belki de kısaca anlatılırsa bu büyük destan, tarihten, adından, değerinden bir şey kaybeder diye korkuyorum. Ama yine de denemeye değer. Çünkü söz konusu olan, bir milletin küllerinden yeniden doğduğu, bağımsızlıkla taçlanan bir var oluş mücadelesi…

Türkiye Cumhuriyeti, yüz yıllık şanlı bir geçmişi geride bıraktı. 29 Ekim 1923’te, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Cumhuriyet ilan edildi. O gün, yalnızca bir yönetim şeklinin değiştiği bir tarih değil; bir milletin kaderini kendi elleriyle çizdiği gündü. Cumhuriyetin ilanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabul edilen anayasa değişikliği ile resmiyet kazandı ve Türk devletinin yönetim biçimi artık “Cumhuriyet” oldu.

Ama bu karar bir günde verilmedi; bu kazanım bir günde elde edilmedi.

Türk Kurtuluş Savaşı – yani o büyük mücadele – 1919’dan 1922’ye kadar süren çok cepheli bir direnişti. I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Osmanlı İmparatorluğu’nun ardından, Anadolu toprakları işgal altındaydı. Batı’da Yunan ordusu, Güney’de Fransızlar, Doğu’da Ermeni kuvvetleri… Bir yanda da İstanbul hükümetine sadık milisler, ayrılıkçılar ve feodal güçlerle amansız bir savaş veriliyordu. Her bir cephede, her bir karış toprakta, bağımsızlık uğruna kan dökülüyor, can veriliyordu.

Bu mücadele, sadece fiziksel bir savaş değil, aynı zamanda bir onur ve varlık savaşıydı. Yunan ve Ermeni kuvvetlerinin gerçekleştirdiği katliamlar, yağmalar ve acılar Anadolu halkının hafızasına derin yaralar olarak kazındı. Ancak her şeye rağmen, milletimizin inancı, birliği ve kararlılığı galip geldi. Ve işte bu zaferin adı Türkiye Cumhuriyeti oldu.

Bugün, Cumhuriyetimiz 100 yaşında… Yüz yıl önce atılan o kutlu adım, hâlâ milletimizin en büyük gururudur. Cumhuriyet, yalnızca bir yönetim şekli değil; halkın iradesini, bağımsızlığını, eşitliğini ve geleceğini temsil eden bir değerler bütünüdür.

Bir asrı geride bırakmış bir Cumhuriyetin evlatları olarak bugün, o büyük mücadelenin mirasını omuzlarımızda taşıyoruz. Cumhuriyet artık yalnızca geçmişin bir zaferi değil, bugünün ve yarının da sorumluluğudur.

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Cumhuriyet, kimsesizlerin kimsesidir” diyerek tanımladığı bu rejim, halkın kendi kaderini tayin edebileceği en büyük imkândır. Bugün hâlâ, dünyanın birçok yerinde demokrasi için mücadele edilirken; biz, 100 yıl önce bu iradeyi göstermiş bir milletin çocuklarıyız.

Ancak yüz yıl geçse de Cumhuriyet, kendiliğinden ayakta duran bir yapı değildir. Onu yaşatmak, güçlendirmek ve gelecek kuşaklara eksiksiz devretmek; her bir bireyin, özellikle de genç nesillerin görevidir. Çünkü Cumhuriyet, yalnızca oy vermekle değil; düşünmekle, sorgulamakla, adaletin yanında durmakla, haksızlığa karşı ses çıkarmakla yaşar.

Bugün Cumhuriyet; kadının toplumdaki yeri, eğitimin niteliği, hukukun üstünlüğü, ifade özgürlüğü, sosyal adalet gibi temel kavramlarla doğrudan ilişkilidir. Yani Cumhuriyet; yalnızca bir yönetim sistemi değil, bir yaşam biçimidir.

Ve bugün, o 100 yıllık emanetin başındayız. O emanete sahip çıkmak, sadece geçmişe saygı değil; aynı zamanda geleceğe olan borcumuzdur. Cumhuriyet, hâlâ bizden ilgi, emek ve bilinç bekliyor.

Çünkü Cumhuriyet, sadece bir tarih değil, yaşayan bir idealdir. Ve o idealin nefesi, bizlerin yüreğinde atmaktadır.

Şimdi gelelim satırlarımın ilk başında söz ettiğim kederime ve üzüntüme…

Peki, sessizliğin anlamı nedir?
Neden bazı özel günlerde, milletin hafızasında derin izler bırakan o tarihî anmalarda, o kutlamalarda Mustafa Kemal Atatürk’ün adı anılmaz?
Neden bir rahmet dileği bile çok görülür, bir dua eksik edilir?

Oysa o olmasaydı, bugün adına tören yapılan birçok tarih, bir çok konuşma hiç yaşanmayacak, o zaferler belki de hiç kazanılamayacaktı.
Bu sessizlik bir unutkanlık mıdır, yoksa bilinçli bir yok sayış mı?

Ulusların tarihinde öyle günler vardır ki, yalnızca takvim yapraklarında değil, bir milletin vicdanında, hafızasında ve ruhunda yer bulur. O günler, geçmişle kurulan duygusal ve zihinsel bağın yeniden canlandığı, kimliğin tekrar hatırlandığı, değerlerin bir kez daha yâd edildiği eşiklerdir.

Ancak ne gariptir ki, böylesine derin anlamlar taşıyan anmalarda bile, bu topraklarda özgürce yaşamamızı sağlayan en temel isimlerden biri kimi zaman hiç anılmaz, kimi zamansa yalnızca usulen, sıradan bir cümlede geçiştirilir. Bu durum ne yazık ki sadece küçük çaplı organizasyonlara özgü değil; resmi kurumlarının düzenlediği törenlerde, protokol konuşmalarında, kamusal yayınlarda da aynı biçimde karşımıza çıkmaktadır. Sessizliğin bir tercih olduğu artık göz ardı edilemeyecek kadar açık.

Bu suskunluk tesadüf olabilir mi gerçekten?
Cumhuriyetin kurucusu, Kurtuluş Savaşı’nın Başkomutanı ve modern Türkiye’nin mimarı olan Atatürk’ün isminin, milli duyguların en yoğun yaşandığı günlerde dahi zikredilmemesi, yalnızca bir eksiklik değil; derin bir ideolojik yönelim, bilinçli bir unutma politikasıdır.

Sanki yaşanmış bir tarih değil de hayal edilmiş bir anlatı gibi… Sanki Sakarya yokmuş, Dumlupınar hiç yaşanmamış, 30 Ağustos sıradan bir takvim günüymüş gibi…

Cumhuriyetin kurucusu, bağımsızlık savaşının önderi, bir halkın kaderini değiştiren bir liderin adı, ulusal duyguların en yoğun yaşandığı günlerde bile zikredilmiyorsa, ortada yalnızca bir eksiklik değil; derin ve bilinçli bir yönelim vardır. Yaşanmış bir tarih, yaşanmamış gibi gösterilmekte, hafıza törpülenmekte, kökler sessizce budanmaktadır. Oysa tarih, yalnızca zaferlerle değil; o zaferleri mümkün kılan iradelerle, fikirlerle ve önderlikle anlam kazanır. Bu gerçeklik unutulmaya yüz tuttuğunda, toplum yalnızca geçmişini değil, geleceğini de yitirir.

Atatürk’ün adını anmamak, yalnızca bir kişiyi görmezden gelmek değil; onunla birlikte gelen bağımsızlık anlayışını, halk egemenliğini, laikliği, çağdaşlığı ve aklı da sessizce göz ardı etmektir. Anılmayan her kurucu değer, gelecek nesillerin zihninde eksik bir yapı taşı haline gelir. Bugün kimi resmi metinlerde, kamu spotlarında, anma mesajlarında ya da yerel yönetimlerin düzenlediği etkinliklerde, bu ismin özellikle kullanılmaması; bazı medya organlarının sistematik biçimde bu adı dışlaması artık bir “unutkanlık” değil, açıkça bir tercihtir. Bu tercihin altında ise geçmişle yüzleşmekten kaçınan, o mirasın yükünü taşımak istemeyen bir zihniyet yatar. Suskunluk burada bir ihmal değil, bilinçli bir susuştur.

Bu suskunluk, geçmişle hesaplaşmayı değil; geçmişi görünmez kılmayı amaçlar. Oysa bir halkın kendisiyle barışık olması, kurucu değerleriyle bağını canlı tutmasına bağlıdır. Ve bu bağ, yalnızca anmakla değil; neden anıldığını hatırlamakla kurulur. Atatürk’ün Cumhuriyet’i kurarken hedeflediği şey, sadece bir rejim değişikliği değil; halkın kaderini kendi ellerine almasıydı. Saltanattan ve hilafetten alınan yetki, milletin iradesine devredilmişti. Bu, halkın tebaa olmaktan çıkarak vatandaşlığa yükseldiği bir zihinsel devrimdi. Cumhuriyet, yalnızca bir yönetim biçimi değil; eşitlik, özgürlük ve ilerleme ülküsünün pratiğe döküldüğü büyük bir halk projesiydi.

Atatürk, halkın cehaletin zincirinden kurtulmadan gerçek anlamda özgürleşemeyeceğini biliyordu. Bu yüzden eğitimi öncelik kıldı; “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözü, yalnızca bir vecize değil, bir rota çizimiydi. Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmek, onun en büyük idealidir. Harf devrimi, karma eğitim, köy enstitüleri gibi köklü reformlar; sadece eğitimle ilgili değil, milletin zihniyet dönüşümünü amaçlayan adımlardı. Kadını sosyal ve siyasal hayata katmadan bir toplumun kalkınamayacağını düşünüyordu. Ona göre kadının eğitimi, temsili ve üretime katılması, yeni Cumhuriyet’in asli gücüdür.

“Tam bağımsızlık” ise sadece askeri bir başarı olarak değil; ekonomik, kültürel ve siyasal anlamda da dışa bağımlılıktan kurtulmak olarak tanımlandı. Kapitülasyonların kaldırılması, milli sanayi yatırımları, yerli üretim politikaları hep bu vizyonun parçasıydı. Bu düşünceyle şekillenen Cumhuriyet, aynı zamanda halkın refahını önceleyen, fırsat eşitliğini gözeten bir sosyal devlet modelinin temellerini de atmıştır. Fakir köylü çocuklarının doktor, öğretmen, mühendis olabildiği bir ülke hayali, işte bu hayalin eseridir.

Ancak bugün gelinen noktada, bu vizyonun mimarının adının anılmaması, yalnızca tarihsel bir saygısızlık değil; aynı zamanda bir zihniyetin ipuçlarını verir. Bu suskunlukla birlikte toplumun yönü de sessizce değiştirilmektedir. Genç kuşaklara bırakılan sadece bir miras değil, aynı zamanda bir görevdir. “Cumhuriyeti biz kurduk, onu yaşatacak olan sizsiniz” sözü, basit bir nasihat değil; tarihsel bir sorumluluğun ifadesidir. Gençlerin tüketen değil; düşünen, üreten, koruyan bireyler olması işte bu anlayışla mümkündür.

Tüm bunlardan sonra sormak gerekir: Neden bu ülkenin bağımsızlık destanının mimarı, resmi törenlerde anılmaktan imtina edilir? Protokolde oturanlar neden susar? Medyada canlı yayınlanan o törenlerde, neden o isim telaffuz edilmez? Ve en önemlisi, orada bulunan yurttaşlar neden çıkıp yüksek sesle, “Neden bu ismi anmadınız?” diyemez? Bu sessizlik, bir kabulleniş midir, yoksa öğretilmiş bir çekingenlik mi?

Bazen yalnızca bir ses, suskunlukların arasından yükseldiğinde büyük bir perdeyi yırtabilir. Bu ses, yalnızca geçmişin onurunu değil; geleceğin yönünü de savunur. Çünkü unutulmuş her kurucu değer, yarının daha kırılgan hale gelmesine yol açar. Ve sessizlikle yoğrulan bir toplum, eninde sonunda kimliğini yitirir. Bu yüzden bugün, susmanın değil; hatırlamanın ve hatırlatmanın zamanıdır.

Orada bulunan Türk vatandaşları neden yüksek sesle, “Neden Mustafa Kemal Atatürk’ün adını anmadınız?” demez, diyemez? Sessizlik bir kabulleniş midir, yoksa öğretilmiş bir çekingenlik mi?

Sessizlik, bazen ihanet kadar ağırdır.
Atatürk’ü anmak bir görev değil; bu topraklara, bu millete,  atalarımıza ve kendimize, duyduğumuz saygının adıdır.

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.