Bugün memleketin haline bakınca aklıma Yaşar Kemal’in o unutulmaz sözü geliyor:
“Ne diyordu değirmenci dayı? Bu nasıl çark ulan! Buğday bizim, ezilen biziz. Un olan biz, aç kalan biziz. Kim ulan bu doymak bilmeyen soysuz?”
Aradan yıllar geçti, çark dönmeye devam ediyor ama değişen pek bir şey yok gibi…
Zamanın hızla aktığı, imgenin hakikatin önüne geçtiği bir çağdayız. Artık bir etkinliğin başarısı, ne kadar çözüm üretildiğiyle değil, ne kadar çok fotoğraf çekildiğiyle ölçülür hâle geldi.
Objektife dönük tebessümler, bir araya gelmiş kalabalıklar ve sosyal medya akışında hızla kaybolan kareler… Her şey “orada bulunmuş olmak” duygusunu göstermek için. Fakat insan düşünmeden edemiyor: Bu görünürlük, gerçekten orada olmayı karşılıyor mu?
Basit bir etkinlikti; onlarca ton fotoğraf…
Sahi, orada memleketin hangi sorunları çözülüyor?
Görünenle oyalanmak kolaydır; esas mesele, görünmeyenin izini sürmekte.
Programlar geçici, sorunlar kalıcı… Peki siz hangi izde yürüyorsunuz?
Mahalle aralarında, kentlerin arka sokaklarında, gözden kaçırılmış semtlerde başka bir gerçeklik hüküm sürüyor. Buralarda ne modern kent planlamasından eser var ne de insana dair bir özen… Asfaltı dökülmüş, çukurlarla dolu yollar adeta yıllardır yüzü bile görülmemiş gibi. Parklar varsa da otları sararmış, oyuncakları kırık, bankları yosun tutmuş… Çoğu mahallede ise park bile yok. Çocukların oynayacağı bir avuç toprak bile lüks hâline gelmiş.
Çöpler gelişigüzel yığınlar hâlinde bırakılmış, çöp kutuları kırık; çevresi sinek ve kötü kokudan geçilmiyor. Yaya kaldırımları ise yayalara ait değil artık. Gelişigüzel park edilen araçlar yüzünden anneler bebek arabalarıyla yola inmek zorunda kalıyor, yaşlılar adım atacak yer bulamıyor.
475.859 nüfuslu bir mahallede ne otopark var, ne kapalı pazar yeri, ne de bir umumi tuvalet… En temel ihtiyaçlar bile uzun süredir ihmal ediliyor. Oysa bir şehrin ya da mahallenin gerçek medeniyeti, çoğu zaman “küçük” gibi görünen bu ayrıntılarda gizlidir. Günlük yaşamı kolaylaştıracak bu unsurlar yalnızca konfor değil; aynı zamanda insan onuruna saygının, planlamanın ve kamu yararına hizmet anlayışının göstergesidir.
Bir zamanlar sabahın erken saatlerinde suyla yıkanan, süpürgeyle arınan sokaklar; artık tozla örtülü, ilgisizliğin sessizliğine terk edilmiş durumda.
Bütün bu fiziksel ihmalin ötesinde, asıl acı olan; çürümeye terk edilmiş sosyal ilişkiler… Komşuluk yerini kuşkuya, selamlaşmalar suskunluğa bırakmış. Kimse kimseyi tanımıyor; tanımaya çalışmıyor bile. Mahalle kültürü erozyona uğramış, dayanışmanın yerini yalnızlık almış. İnsanlar evlerine çekilmiş, pencereler demir parmaklıklarla örülmüş.
Ve mesele yalnızca kaldırım, çöp, park sorunu değil… Bu mahallelerde otopark da yok. Araçlar yaşama alanlarını işgal ederken şehir, nefes alacak alanlarını yitiriyor. Kent sadece planlamadan değil, insani ölçülerden de uzaklaşmış durumda.
Oysa şehir, sadece binalardan ibaret değildir. İnsan için vardır. Eğer bir şehirde çocuklar oynayamıyor, yaşlılar yürüyemiyor, insanlar birbirine selam veremiyorsa… Orada şehir değil, sadece beton yığınları vardır.
Kafe altlarına sıkıştırılmış, yeşilden bihaber; bir ağaç altı bile bulamadığınız, bakımsızlıktan köhnemiş, konforu olmayan, hiçbir şekilde hizmet sorumluluğu bulunmayan karton bardaklarda sunulan “kurum” kafeleri… Adı yabancı, içeriği belirsiz “yeni nesil” tabelalar… Ekonomik krizle boğuşan vatandaşlar, geçinemeyen emekliler, sessizliğe gömülmüş dar sokaklar… Orada ne bir fotoğraf karesi var, ne de bir kalabalık. Çünkü orası gösterinin değil, gerçeğin mekânı.
Ve karizmatik siyasiler…
Seçim atmosferi yaklaştığında renkli stantlar kurup afişler dağıtan karizmatik siyasilerin, pazarların normal günlerinde sessizce dolaşmayı bırakalı çok oldu. Bir annenin iç çekişini, bir kirazın kaç paraya satıldığını görmek yerine, kalabalık nutuklarda kayboluyorlar. Oysa gerçek hayat, o sessiz pazar tezgâhlarında yazılıyor.
Bir de esnaf gezileri var, bol bol el sıkışılan… Altına bolca müzik döşenen…
Ne tesadüftür ki, o karelerdeki esnafların hiçbir sorunu dile getirdiği görülmemiştir. Hep güler yüzler vardır; sanki hiçbir sorun yoktur, sanki ekonomik krizde boğuşmuyorlardır, dükkânlar birer birer kapanmıyordur, evine kaç parayla döndüğü hiç sorulmamıştır. Taleplerle karşılaşılmış mıdır, bilinmez…
Belirli seçilmiş mahalle ve esnafların dışında sokak sokak, cadde cadde dolaşılmış mıdır acaba?
Seçim öncesi pazarlara bir uğrayın; bir dokunur, bin ah işitirsiniz. Kimi tezgâhını açıp masrafını dahi çıkaramadan geri topluyor, kimi çocuğunun istediği bir şeyi almaya güç yetiremiyor… Dört kayısıya 35 lira ödeyen de var, tüm haftalık pazar bütçesiyle ancak bir kilo meyve alabilen de… Halkın geçim mücadelesi her tezgâhta, her torbada kendini açıkça gösteriyor. En temel ihtiyaçlara dahi ulaşmak, bugün büyük bir lüks hâline gelmiş durumda.
Bitti mi? Elbette bitmedi.
Bir de nev’i şahsına münhasır siyasi aktörler var; adları sıkça haberlere konu olur, demeçleri manşetlere taşınır. Ama ne gariptir ki, o haberleri okuyanlardan biri bile çıkıp “Bu iyi bir işti” deme zahmetine katlanmaz. Adları haber yapılır; ama bir tanesini beğenme zahmetinde bile bulunmazlar… Çünkü kibir, teveccühü değil mesafeyi büyütür. “Emek kutsaldır” sözleri sarf edilir edilmesine, ama emeğin, zamanın, masrafın ve mesainin hesabına bakılmaz.
Toplumsal belleğimiz, gündelik hayatta karşılaştığı sorunları olağanlaştırmakta çok mahir. Kaldırımı olmayan bir sokak, geceleri karanlıkta kalan bir park, çocukların oyun alanına değil, otoparka çevrilmiş boşluklar artık kimseyi şaşırtmıyor. Çünkü sorunlara duyarsızlıkla değil, alışkanlıkla bakmayı öğrendik. “Zaten hep böyleydi” ya da “Parti aidiyeti eleştirinin önüne geçer” mantığı, toplumsal belleğimizin en köklü savunma duvarlarından birini oluşturuyor. Buna ek olarak, “Bizimkiler yapıyorsa en büyük doğrusunu yapıyordur” anlayışı da, yıllardır çözümsüzlüğü meşrulaştıran en güçlü gerekçeye dönüşüyor. “Zaten hep böyleydi” cümlesi, değişimin önüne örülmüş en sağlam duvarlardan biri hâline geliyor. Sanki partili olunca hiçbir kusuru yokmuş gibi; eleştirirseniz, şimşekler üzerinize yağar.
İlginçtir, bir seçim dönemi gelip çattığında o sessizlik yerini birdenbire harekete bırakır. El sıkışmalar, kapı çalmalar, küçücük hediyeler, sözler, vaatler… Herkes sokaktadır bir anda. Sanki yıllardır görünmez kılınan hayatlar birden aydınlanmıştır. Fakat bu aydınlanma, kalıcı bir bilinçten değil; geçici bir çıkar beklentisinden doğar. Seçim biter, ışıklar söner ve herkes kaldığı karanlıkta tekrar yalnız kalır.
Bugün karşı karşıya kaldığımız durum yalnızca siyasal bir mesele değil, aynı zamanda kültürel ve ahlaki bir krizdir. Gösteri kültürü, hakikatin yerini aldığında; insanların hayatlarına temas eden gerçek politikalar değil, etkileyici görseller anlam kazanır.
Fotoğraf çekilen bir sokak, o an temizlenmiş olabilir. Ama ertesi gün aynı sokağın çocukları yine bozuk bir kaldırımda düşer, yine aynı yaşlı kadın evine dönerken karanlıkta yolunu arar.
Gerçek ilgi, görünmekle değil, görmeyle başlar. Fakat görmek yorar insanı. Çünkü görmek, sorumluluğu da beraberinde getirir. Bu yüzden kolay olanı seçiyoruz: Bakıyoruz, ama görmüyoruz. Oradaymış gibi yapıyoruz, ama aslında hiçbir zaman orada olmuyoruz.
Gelecekte bu çağın insanı tanımlanırken belki de şöyle denilecek:
“Görünmeyi her şeyin önüne koyan ama görünmeyeni görmeye üşenen bir toplumdu.”
Hâlbuki çözüm, tam da görünmeyenin peşine düşmekte gizli. Sorunlar sokakta, kaldırımlarda, bakışlardan kaçan yaşlı gözlerde, oy verdikten sonra unutulan ellerde saklı.
Göstermeden yaşamak; gerçek bir sorumlulukla, sadece seçim zamanı değil, her zaman ‘orada olmak’…
Asıl mesele bu değil mi?
Ve tüm bu karmaşanın içinde,
gözlerden kaçan,
sessiz kalmış bir yaşamın kahramanları vardı;
umutları kırılmış, sesleri duyulmamış,
kendi yolunu bulmaya çalışanlar…
Vatandaşın yaşamı ancak belirli dönemlerde hayat buluyor gibiydi;
gözlerden uzak, unutulmuş sokaklarda sorunlar sessizce büyürken,
gerçek ancak seçim zamanları hatırlanıyordu.
Hayatlar, unutulmuş sokaklarda yankılanan sessiz bir çığlık gibiydi;
izleri silinmiş patikalarda yürüyenlerin yolu bulanamadı,
her adım bir muamma, her dönüş yeni bir bilinmezlikti.
Kime sorsan, yitip giden o hayat hikâyesini anlatacak kimse yoktu.
İnsan, ne aradığını unutarak,
“kime inancı” olmayan bir yere doğru yürüyordu;
sessiz bir isyanla, görünmeyen acılar içinde…
Sağlıcakla kalınız.